Arama yaptığınız metin en az 3 karakter olmalıdır.
Örnek: Modernizm, Söyleşi, Mimarlar Konuşuyor

PATTU kurucuları Cem Kozar ve Işıl Ünal Kozar ile ofisin kuruluşu, işleri ve tasarım yaklaşımları üzerine konuştuk. Araştırma ve deneyimi mekan tasarımının merkezine yerleştiren ekip, kültür sanat alanındaki çalışmalarından bahsetti.

Ezgi Tezcan: Nasıl kuruldu Pattu? Hikayesi nedir?

Cem Kozar: Bir atölye tutmakla başladı. İkimiz de birçok ofise dışarıdan iş yapıyorduk. Ben daha önce DS Mimarlık’ta çalışıyordum, oradan ayrıldıktan sonra bir süre üniversitede Hüseyin Kahvecioğlu ile çalıştım, Alexis Şanal ile proje bazlı çalışmalarım oldu. Sonra da kendi dünyamızı kurmak için bir yerimiz olsun dedik ve bir atölye tuttuk. Yarışma projeleri yaptık. Kırılma noktamızsa 2010’da gerçekleşti. Turgut Saner 2010 Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında Hayal-et Yapılar sergisini yapmayı önerdi ve sözleşmeler, faturalar derken işin resmiyete binmesi gerekti. O yüzden de tesadüfler eseri ofise dönüştük ve o sergiden sonra da devamı bugüne kadar geldi diyebilirim.

Ezgi Tezcan: Mimarlık işlerinden sıyrılıp sergi tasarımlarına doğru yönelmek başka bir kurguyu gerektirdi mi?

Cem Kozar: Sergi tasarımı, mimarlığın çözmesi gereken problemlerin hepsini içeriyor. Ama aktörleri farklı. Mimarlık yaparken makina, inşaat ve elektrik mühendisiyle birlikte bu problemleri çözmen gerekirken sergi yaparken karşıdaki insanlar bu sefer ses tasarımcısı, görsel tasarımcı, video tasarımcısı, küratör, sanatçı gibi başka aktörler oluyor. Ama en nihayetinde arka planda çözülmesi gereken bir problem var ve ona bizim yaklaşımımız en azından mimari oluyor. Ama tabi mimarlıktan kopan da çokça tarafları var. Bir mimar baktığında, hiç mimar gibi değilsiniz diyor bize; mimarlık dışından biri baktığında da çok mimari çözümler getiriyorsunuz diyorlar. O yüzden arada bir yerdeyiz aslında.

Işıl Ünal Kozar: Ama böyle düşünebilmek avantaj da sağlıyor. Aynı mekanda pek çok sergi yapıyoruz ama her seferinde mekanı farklı bir deneyime dönüştürebiliyoruz. Çünkü her serginin içeriğine ayrı çalışıyoruz, dolayısıyla mekanı da buna göre kurguluyoruz.

Cem Kozar: Mimarlıktan belki de farklı olarak, sergilediğin obje ya da konu öne çıkıyor. O konuyu çok çok iyi anlamak gerekiyor. Bir tasarım çizgin vardır ve mimarlıkta o çizgiyi çok rahat yakalayabilirsin, bu anlamda mimarlık pratiği ile ters düşebiliyor yaptığımız iş. Bizim her sergimizde bir enstalasyonumuz ya da farklı bir yaklaşımımız mutlaka olur ki hiçbiri öbürüne benzemez. Ruhu benzer olsa da sonunda çıkan tasarım benzemez. Bu kurguyu ya da malzemeyi bir daha bir yerde kullanma şansımız yok. Hazır çözümler yok, her seferinde Amerika’yı yeniden keşfetmek zorunda kalıyoruz.

Ezgi Tezcan: Mekan bu anlamda bir kabuk ve hem sizin açınızdan hem de ziyaretçi açısından o mekan her seferinde bambaşka bir şeye dönüşüyor. Kalıcı bir mekanın içinde geçicilik kurmak aslında yaptığınız. Geçicilik ve kalıcılık arasındaki ilişkiyi nasıl ele alıyorsunuz?

Cem Kozar: İlk sergimiz olan Hayalet Yapılar’la ilgili durum çok komik. Biz onu iki santimetrelik kalın mukavvalarla yapmıştık. Beş metrelik kemerler vardı. Çok hafif ve geçici bir malzemeyle kurguladık. Ajans çok beğendi ve başka bir yerde daha kullanmak istediler. Sergi bittikten kesip parçalara ayırdık ve Antrepo’ya taşındı, orada altı ay kadar bekledi.

Işıl Ünal Kozar: Arada gidip bakıyorduk, ilk sergi olduğu için hep devam edecek gibi geliyordu.

Cem Kozar: Depoda dururken bir telefon geldi dediler ki “Burada bir sergi olacak, burayı en geç yarına kadar boşaltmanız gerekiyor.” Ama biz de o sırada şehir dışındaydık, taşıyacağımız başka bir yer yoktu ve çöpe gitti hepsi bir anda. Şimdiye kadar ürünlerimizle kurduğumuz en uzun ilişki o oldu, altı yedi ay durdu. Genelde her işimiz yaklaşık üç ayın sonunda yok oluyor. O geçicilik fikrine alışmak zor oldu ama geçiciliğin iyi tarafı da her seferinde yeni bir şey deneyebilmek. Çok hızlı deneyebiliyoruz üstelik. Kalıcı bir şey yaparken, sorunlu olup olmayacağını, çalışıp çalışmayacağını çok dert edersin ama geçici bir şey söz konusu olduğunda çok daha özgür bir şekilde deneyebiliyorsun. Her sergide bizim denediğimiz bir şey olur, bazen çalışır bazen çalışmaz ama bir şey öğrenerek devam ederiz. Bu imkana sahip olmak güzel. Mimarlıkta çok fazla yapamadığın bir şey bu, çizersin sonra aşamalardan geçer ve uygulanır. Bir daha deney yapacaksan ancak beş yıl geçtikten sonra böyle bir imkana kavuşabilirsin halbuki biz çok kısa sürelerde malzemesinden mekaniğine kadar bir sürü şeyi deneyebiliyoruz.

Ezgi Tezcan: Malzeme deneyimini de birinci elden yaşıyorsunuz. Öğrencilik sürecinde proje maketi söz konusu olduğunda ancak malzemeyle haşır neşir olunuyor genelde ya da mimarlıkta malzeme deneyimi çok daha farklı bir yerde duruyor ama sergiler söz konusu olduğunda malzeme doğrudan içine girdiğiniz, hemen dokunabildiğiniz bir şeye dönüşüyor.

Cem Kozar: Malzeme deneyimi konusunda da stajyerlerde ya da proje bazlı çalıştığımız arkadaşlarda çok görüyoruz bu alışamama halini. Mesela bir şey çizip çizdiği şeyin her zaman çizim dünyasında var olacağını hayal ediyorlar. Halbuki bir hafta sonra yapılacak o şey, onun farkında olmuyorlar. Bir hafta sonunda bakıyorlar ve bu hızı anlamakta güçlük çektikleri çok oluyor. Malzeme seçimleri sonsuza kadar devam edecek gibi geliyor onlara ama üretim sürecimiz çok hızlı gerçekleşiyor.

Ezgi Tezcan: Böyle bir iş modeli bir yandan da oldukça yabancı bir durum. Mimarlık okurken böyle bir alanda çalışmak pek çoğumuzun aklına dahi gelmiyor.

Cem Kozar: Bu bizim de bilerek yaptığımız ya da hedeflediğimiz bir şey değildi, bir şekilde tesadüfler eseri bu alana geldik diyebiliriz. Bunun için çok ciddi bir altyapımız da var tabi. Ben yüksek lisans ve doktora çalışmalarımı sanat ve mimarlık tarihi alanlarında yaptım. Zaten arkeolojiyle ilgili kişisel merakım var. Işıl’la beraber Zeugma kazılarında çalışmıştık. Mimari tasarım alanında da yaratıcı insanlarız diyebilirim. Işıl grafik tasarım yapıyor çoğunlukla bizim ofiste. Mimarlık eğitimde hayat boyu binalar tasarlayacakmışsın gibi bir yaklaşım var ama aslında birçok insan başka işler yapıyor bugün. Neyse ki kendi çabalarıyla yapmaya devam ediyorlar, gençler bu katı eğitimi kırmak konusunda iyiler.

Işıl Ünal Kozar: Sergi tasarımı içine girdiğinde bir de kesin çizgilerin olmadığını da görüyorsun. Ben aslında peyzaj mimarıyım ama grafik tasarım ilgimi çekti ve bu alana yöneldim. Yeri geldiğinde projenin ses tasarımının nasıl olması gerektiğine de kafa yoruyoruz ya da bir animasyonun kurgusunu biz birebir yazıyoruz. O araştırır, bu grafik tasarım yapar gibi kesin çizgilerimiz yok. İçeriği anladıktan sonra her şeyi kurgulayabiliyorsun sonra birileriyle ortak çalışıp gerçekleştiriyorsun. O da bizi çok heyecanlandırıyor çünkü her zaman aynı şeyi düşünmüyorsun, farklı kanallardan besleniyorsun.

Cem Kozar: İşimizin iyi tarafı da bu aslında, hiçbir zaman monoton değil. Mimarlık ofisleriyle de örtüştüğümüz noktalar var; her şeye hakim olmaya çalışmak tam da mimar kafası. Her şeye hakim olmak isteriz ama bizim hakim olmak istediğimiz alanları bütün sergi deneyiminin bütüncül olması açısından değerlendiriyorum. Onları parçalara ayırdığında birbiriyle konuşamamaya başlayabiliyor. Her şeyin bizim onayımızdan geçmesi hala bizim için önemli. Sergilerin içeriği hep değiştiği için hiçbir zaman da kendine güvenemiyorsun bir yandan da. Ben bu alanın uzmanıyım diyemiyorsun, oturup sürekli araştırma yapmayı gerektiriyor. Aynı anda arkeoloji sergisi, ses sergisi, çağdaş sanat sergisi yaparken bir yandan da kendi enstalasyonumuzu tasarlıyoruz. Bütün bu alanlara aynı anda hakim olmak gerekiyor.

Ezgi Tezcan: Sergi tasarımlarında kamusallığı nasıl ele alıyorsunuz?

Cem Kozar: Türkiye’de müzenin çok da kamusal bir yer olduğunu söyleyemeyeceğim. Benim çocukluğum Belçika’da geçti, evimiz Antwerp’te bir müzenin karşısındaydı. Ne bir güvenlik görevlisi vardı ne de bir engel. Heykellerin arasında oynayarak büyüdük, şimdi bunu İstanbul’da hangi müzenin bahçesinde yapabilirsin? Hiçbirinde yapamazsın. Elini kolunu sallayarak hiçbirine giremezsin; güvenlikten geçtikten sonra nispeten özgürmüş gibi görünen bir yere giriyorsun. Müze evet kendi başına kamusal bir kurum ama ortaya çıkışı dahi son derece politik; halkı eğitmek gibi bir misyonla ortaya çıktığı için tüm dünyada tartışmalı. Türkiye’de belki de o kamusallığa en çok yaklaşan, tepeden bakmayan, tartışma yaratmaya çalışan Salt’tır yine de. Bina seçimlerinden dolayı biraz talihsiz; Osmanlı Bankası olunca binanın altında eziliyorsun ama Türkiye’nin güncel sorunlarına değinen, enteresan tartışmalar açan, belki de çağdaş müzenin olması gereken biçim de bu.

Işıl Ünal Kozar: Kamusallık konusunda ilk sergi deneyimimiz çok ilginç. Orada gerçekten ulaşmak istediğimiz insan yelpazesi vardı. Çünkü mimarlık tarihi sergisi yapmıştık ve zor bir konuydu. Profesyoneller zaten her şeyi biliyor. Bugün mimarlıkla ilgili bir şey söylediğinde herkesin diyecek lafı oluyor, ama gerçekten kentliye, ziyaretçiye ulaştığında daha mutlu oluyorsun. Demek ki ben bunu anlatabildim, bu fikirle yer edinebildik diyorsun. Sergi enstalasyonu çok görünür çünkü. Özellikle kamusal alanda yapıyorsan. Geri dönüşleri alıyor, ulaşıp ulaşmadığını anlıyorsun. Sadece müşteriye bir iş yapmaktan çok daha fazla etkileşimli bir alan.

Cem Kozar: Yaptığımız bütün işlerde onu hedefleriz. Çok zor bir konuyu da anlatıyor olsak, akademik olmamak, mimarlığın dilinden o anlamda uzaklaşmak ve biraz daha herkesin anlayabileceği, yeni bir dil oluşturmaya çalışıyoruz.

Ezgi Tezcan: Genelde ofisler küçük ölçekli işlerden başlayıp yavaş yavaş büyüme gibi bir yol izliyor. Pattu için bir gelecek öngörünüz var mı?

Cem Kozar: İlginçtir, bizim ilk sergimiz 1000 metrekareydi ve her şeyini de kendimiz yapmıştık; tüm bütçe araştırması, sponsor bulmak, interaktifler, videolar, modellemeler, her şeyi. O ilk sergide yaptığımız kadar büyük bir işi yapamadık şimdiye kadar. O yoğunlukta şeyler vardı, ama hep daha küçüktü. Şu anda biraz başka yerlere doğru da evriliyoruz. Bir kaç tane sürekli sergilerini ürettiğimiz kurum ve müze var. Kalıcı işler yavaş yavaş gelmeye başladı. Bir tanesi Antakya'da bir proje, o heyecanlandırıyor bizi mesela. Kalıcı sergi tasarlamak çok daha zor tabi çünkü politik bir taraf da oluyor kimi zaman. Geçici bir sergide o kadar tartışma olmazken kalıcıda şunun da sergilenmesi lazım, bunu mutlaka koymamız gerekiyor gibi durumlarla karşılaşıyoruz. Ama hala iç mekandayız diyebilirim, daha bir müzenin tasarımına geçmedik. Sürekli iç mekanda çalışsak da sonuçta mimarız tabi, bir mimari proje üstlenmek de heyecan verici olurdu. Diğer taraftan yurtdışındaki projelerimizi arttırmak gibi bir hevesimiz var. İki tane yerleştirmemiz oldu, bir tanesi Roma MAXXI'de devam ediyor, diğeri de Belçika, Antwerp'teki MAS'ta, Murat Tabanlıoğlu'nun da küratörü olduğu bir sergide küçük bir enstalasyonumuz var. Bunlar her zaman keyif verici deneyimler. Yurtdışındaki müzelerin işleyişini de anlıyorsun, üretimin içine girdiğinde ve Türkiye'deki müzelerin onlardan hiç aşağı kalır yanları olmadığını da görüyorsun. En azından kültür alanında, müzecilik alanında böyle iz bırakmak, bir şeyleri mesela bazı müzelerin hantal yapısını değiştirebiliyor olmak, yeni ufuklar açmak gibi hedeflerimiz var. İlla sadece müzeye sıkışmak gibi bir derdimiz yok aslında, şu andaki işlerimizin çoğu o alandan geldiği için onu yapıyoruz. Mimarız ve tasarımcıyız, başka tasarımlar da yapabiliriz elbette ama yine de kültür alanlarında yapmayı tercih ederiz. Konut yapmak garip olabilir bizim için. Mesela tiyatro yapısı için yarışmaya katılmıştık çok keyifliydi tiyatro tasarlamak. Yani yine kamusal projeler tasarlamak isteriz.

Bu Ayın Bülteninden