Söyleşinin tamamını buradan izleyebilirsiniz.
Celal Abdi Güzer: Bu programda ilk defa diploması itibariyle mimar olmayan birini ağırlıyorum ama siz mimarlık camiası içinde o kadar çok noktada yer alıyorsunuz ki belki de konuşulması gereken öncelikli kişilerdensiniz. Sizin sanattan mimarlığa doğru uzanan ilginiz nasıl gelişti?
Jale Erzen: Öncelikle Amerika’da resim eğitim sırasında sanat tarihiyle yakından ilgilendim ve önemli sanat tarihçilerinden biri olan Leo Steinberg’in derslerine katıldım, kendisiyle çok yakın dostluğum oldu. Oradaki eğitimimi bitirdiğimde ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ne geleceğim belli olmuştu ve mimarlık alanında doktora yapmaya karar verdim. Zaten Türkiye’de sanat fakültelerine girmek istemedim çünkü yeni bir şey kazanacağımı tahmin etmiyordum.
Celal Abdi Güzer: Sanat fakültelerinin durumu bugün de aynı mı?
Jale Erzen: Çok olumsuz bakmak istemiyorum ama şu var: Yurtdışında sanatla ilgili yayınları okuduğunuzda görüyorsunuz ki çok sayıda yeni, dünyayla çeşitli bağlamda ilişkiler kuran söylemler var ki bunlar sanata doğrudan yansıyor. Bir müzede ziyaret ettiğiniz sergi, üç yılda hazırlanıyor. Orada yürütülen bilimsel hazırlığı, kadronun nasıl işlediğini bir düşünün. Oysa şimdi burada bir sergi hazırlanıyor; üç gün içinde, bir hafta içinde. Sonra biri de çıkıyor bir şey yazıyor. Yani biraz sığ.
Celal Abdi Güzer: Sadece eğitimle ilgili değil, genel olarak kültürel yapının ortamıyla da ilgili bu konu herhalde?
Jale Erzen: Hem de nasıl. Herhangi bir ülkedeki herhangi bir şey, bir diğer konulardan bağımsız olamaz.
Celal Abdi Güzer: ODTÜ’de doktora yapmakla ilgili süreci anlatıyordunuz?
Jale Erzen: Steinberg bana dedi ki: “Ben 20 yıl önce Türkiye’deydim ve İstanbul’da Sinan’ın camilerini gördüm. Doktoranı Sinan üzerine yapmalısın”. Bunun üzerine, döndüğümde Doğan Kuban ile birlikte Sinan üzerine doktora yapmaya başladım. O da sanat eğitiminden geldiğim için cephe kompozisyonlarına bakmamı söyledi. Tabi oradan yola çıktığınız vakit, yapının strüktürü de, fonksiyonu da, alanla ilişkisi de ortaya çıkıyor. Yani mimari de bütün sanatlar gibi bir bütün: Sadece kendi içinde bütün olmakla kalmıyor; sosyal ortamla, politik, ekonomik ortamla bütün içinde.
O yıllarda Boyut dergisini çıkarıyorduk ve sanat üzerine çok yazıyordum. Sinan üzerine çalışmalarım sayesinde şunu gördüm: Sinan’ın bana kazandırdığı bilgi o kadar derinlikli, o kadar çok yönlüydü ki maalesef Türkiye’de çok iyi sanatçılar olsa da sanat ortamının o kadar çok yönlü olmadığını o yıllarda gördüm.
Ondan sonra da birden bire çağdaş sanat diye bir şey çıktı. Çağdaş sanat önemli çünkü gerçekten politikayla, ekonomiyle, sosyal durumlarla çok yakından ilişkili. Ama iyi çağdaş sanatçıların hepsi çok derin bir sanat eğitiminden geçiyorlar. Maalesef bizim üniversitelerde durum böyle değil. Türkiye’de her şey çok çabuk oluyor: Sergi hazırlanıyor iki ay içinde, kitap yazılıyor üç ay içinde, anlatabiliyor muyum? Cepteki birikimlerle yapıldığı vakit maalesef her şey havada kalıyor. Sığ dediğim o. Sanat, mimarlık, tıp, düşünce, her şey insanlık tarihinde köklenmiştir ve o bilgiden olabildiğince yararlanmanız lazım. Ama bunu es geçip tepeden başlarsanız ancak bir yere kadar gidersiniz ve sonunda çökersiniz. Bugün görüyorum, bizi en iyi öğrencilerimiz mimar olduklarında birçok şeyi bilmeden uyguluyorlar.