Söyleşinin tamamını buradan izleyebilirsiniz.
Celal Abdi Güzer: Programı Bodrum’da gerçekleştiriyoruz ve konuğumuz Ian Ritchie. Bodrum ile ilgili ilk izlenimleriniz neler?
Ian Ritchie: Deniz kenarında yürürken teknelerden ötürü denizi görememek! Biraz Londra gibi, orada da çift katlı kırmızı otobüslerden çok var, King’s Cross İstasyonu’nda inersiniz ve Londra’ya dair hiçbir şey göremezsiniz, kırmızı bir otobüs dizisi dışında.
Celal Abdi Güzer: Evet galiba benzer bir durum bu. Ben üniversitede birinci sınıftayken, şöyle diyen bir profesörümüz vardı: “Eğer mimarlık senin için yeterince kolay değilse ve yeterince sevmiyorsan, git tıp fakültesinde oku.” İnanmayacaksınız ama iki arkadaşım bunu gerçekten de yaptı. Şu anda da başarılı doktorlar olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Siz ise bunun tam tersini yapmışsınız. Tıp okumaya başlamışsınız, ardından -sizin tabirinizle- sıkılıp mimarlık okumaya başlamışsınız. Bu nasıl oldu?
Ian Ritchie: Ben 11 yaşımdayken ölen babam, aslında oğullarından birinin doktor olmasını istemişti.
Celal Abdi Güzer: Pek çok babanın istediği gibi…
Ian Ritchie: Evet, pek çok babanın istediği gibi… Kendisi bir İskoçtu ve askerdi. Ve ailede bilime yatkınlık gösteren bendim. Böylece kendimi tıp okurken buluverdim. Sonra uyandım ve şunu düşündüm: “Bunu yapmak istemiyorum”. Geçenlerde Berlin Art Prize’ın jürisinde Norman Foster ile konuşuyorduk, ona bu hikayeyi hatırlattım; tıptan mimarlığa geçiş hikayemi. Dedi ki: ”Ama ikisinin arasında büyük fark var!” Ben de, aslında yok dedim. Doktorlar vücudun içine bakar, mimarlar ise mekanın içindeki bedenle ilgilenir. Her şey beyinde olup bitiyor aslında.
Celal Abdi Güzer: Sainsbury Wellcome Center üzerine bir belgesel izliyordum ve o sırada tıbbi araştırmalarla mimarlık alanı arasında bir tür süreklilik olduğunu sezdim. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, siz de orada aynı örneği vermiştiniz. Aslında bir bakıma, bedenin içi ya da dışı olsun, mesele insanı araştırmak ve anlamak oluyor. O yüzden belki de süreç benzer işliyor. Bu aslında birçok disiplin için geçerli. Ancak sizin önemli bir yönünüz daha var. Bir WAF (World Architecture Festival) toplantısındaki röportajınızda şunu demiştiniz: “Mimarlığın sosyal yönü bir taraftan daha fazla sorumluluk duymaktır, diğer taraftan da pazarın diğer oyuncuları yüzünden kaybedilen alanını geri kazanabilmektir”. Bu oyuncular proje yöneticileri, bilirkişiler, metrajcılar, vb. Bence bu oldukça ilginç, çünkü mimarlık alanında radikal bir değişiklikten söz edebiliriz, birlikte çalışılan ya da mimarların arkasında yer alan çok büyük ekipler var artık. Bunlar bir bakıma, projeyi mimarlara karşı biçimde manipüle edebiliyorlar. Bir taraftan bu mecra oldukça serbest görünse ya da artık daha iyi şartlarda çalışılıyor gibi düşünülse de diğer taraftan bu durumun aslında mimarı kısıtladığı da söylenebilir. Kastettiğiniz bu muydu?
Ian Ritchie: Bence bunun iki tarafı var. İşin sosyal sorumluluk kısmına bakınca, genç mimarlar sayesinde bir Rönesans anı yaşıyor diyebiliriz. İşin sosyal sorumlulukla ilgili bu tarafını müşteri aslında çok da iyi tanımıyor. Proje yöneticileri ya da metrajcıların da kesinlikle tanımadığı ortada. Dolayısıyla bir tarafta ahlaki bir pozisyon var. Diğer taraftan da işin metrikleşme boyutu var. Her şey ölçülüyor. Hayatlarımızı baskın biçimde yönlendiren dünya da bu. Her şey emtia olarak görülüyor, her şey ölçülüyor. Bu öyle bir durum ki, bugün mimarlar olarak başka pek çok şeyden de anlamak zorundayız. Bunu da kanıtlamak zorundayız. Tasarımdan çok, raporlama yapmak ve yazmak zorundayız. Eskiden böyle değildi, çünkü mimarların bildiğine güvenilirdi. Aynı zamanda kentin, mimarlığın mevcut durumunu iyileştirecek bir pozisyon alması beklenirdi. Yaptığı şeyin otomatik olarak durumu iyileştireceği yönünde bir kanı olurdu. Attığın her adım, yaptığın her bina durumu daha iyiye taşıyacak. O zamanki seziler böyleydi. Şimdi ise sezgimizi kanıtlamamız gerekiyor.