Söyleşinin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Celal Abdi Güzer: Ben hatırlıyorum, öğrenci olduğum yıllarda bizim amfide bir söyleşiniz olmuştu ve çok etkileyiciydi çünkü ilk defa diyalog kurarak bizi de tartışmanın içine çekmiştiniz. Sizin birden fazla şapkanız var, biz tabi biraz da tercih ederek mimar kimliğinizle anıyoruz sizi ama edebiyatçı kimliğiniz var, sanatçı kimliğiniz var, bir düşünür kimliğiniz var. Belki de birbirini besleyen alanlar. Bugüne kadarki üretimlerinize baktığımda da bu çeşitliliği görüyorum. Mimari projelerin yanı sıra bir sürü yayın ve araştırmanız var. Bu, sizin üniversitenin üniversitede kalmaması ile ilgili savınızı da destekliyor. Uzun süre Mimarlık dergisinde “Halkın Elinden, Halkın Dilinden” köşesinde geleneksel mimari ve koruma ile ilgili bir çalışmanız oldu. Aslında çok katı modernist bir duruşla gelenekselci bir yaklaşımı da bağdaştıran bir yapınız var. Bütün bunların içinde sizin öne aldığınız kimliğiniz ne?
Cengiz Bektaş: Bana durmadan hayatta şu soruldu: Niye şiir, mimarlıkla şiirin ne alakası var? Ben de benim için böyle bir ayrım olmadığını söylemeye çalıştım, yoktan var eden dallar ama bulundukları coğrafyanın her şeyiyle bağlılar. Şimdi buraya gelirken -ben bu yörenin çok eski halini biliyorum, dut ağacı kiralayıp altında dut yiyen kuşaktanım Mecidiyeköy’de- teker teker tekrar baktım, birtakım yayınlardan da biliyorum tabi geçerken de görüyor insan. Mesela burada insan yürümek istemeyebilir. Çünkü hiç düşünülmemiş bir insan burada tek başına nereden yürüyecek, nasıl gidecek. Düşün, bu yapıya gelmek için terslerden geliyorsunuz. Yapılara baktığında da çok ilginç, hiçbir kimlik yok. Halbuki hepsi bir kimlik savıyla gelmiş yapılar.
Celal Abdi Güzer: Çok da iddialı üstelik.
Cengiz Bektaş: Ama şiir insanın önce kimliğini çıkarıyor ortaya ve o kimlik öyle yalpalayan, günden güne değişen, herhangi bir etkilenmeyle başka bir yere giden bir şey değil.