Ezgi Tezcan: BINAA kurulmadan önce yurt dışında mimarlık eğitimi ve deneyimi ile başlayan bir profesyonel yaşamınız var. O süreçten başlayalım, nasıl bir arka planla kuruldu ofis?
Burak Pekoğlu: Robert Koleji’nin ardından New York Eyalet Üniversitesi'ne gittim ve Harvard Üniversitesi’nde yüksek lisansımı tamamladım. Yaklaşık yedi sene süren mimarlık eğitimim boyunca hem uzaktan Türkiye’yi hem de dünyadaki eğilimleri gözlemleme fırsatım oldu. Yüksek lisans eğitimim sırasında Harvard’da o dönem Ağa Han Profesörü olan Hashim Sarkis’in asistanıydım. Onunla birlikte İstanbul üzerine iki stüdyo gerçekleştirdik; 2010 yılında Yenikapı gündemdeydi. Bu çalışmalar beni uzaktan da olsa burayla bağlantıda tuttu. Tezimi de keza Türkiye’de demiryolları üzerine; küresel ölçekten, kent ve yapı ölçeğine kadar inerek lojistik altyapının gelişmesiyle kentlerdeki kültürel ekonominin gelişimi konusunda Eskişehir örneğini baz alarak tamamladım.
Hashim Sarkis’in ardından Frank Gehry’nin eski ortağı olan Edwin Chan’in de asistanlığını yaptım. Mezun olduktan sonra da iki yıl kadar César Pelli’nin ofisinde, Malezya’da gerçekleştirilecek olan büyük ölçekli bir proje üzerinde çalışma fırsatım oldu ve konsept aşamasından uygulama projesi aşamasına dek karmaşık bir süreci küresel ölçekte deneyimledim. New York’ta bir arkadaşımla da proje bazlı çalışmalar yaptım.
Ezgi Tezcan: Türkiye’ye dönme kararını nasıl aldınız? Ardından buradaki süreç nasıl ilerledi?
Burak Pekoğlu: Kendimi keşfetmem gereken bir döneme geldim. Dirsek temasımın sürdüğü Edwin Chan de beni İstanbul’a dönüp kendi pratiğimi başlatmam konusunda teşvik ediyordu. Ben de döndüm ve bir süre Harvard’da mimarlık tarihi hocam Sibel Bozdoğan’in tavsiyesi üzerine İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde stüdyo yürütücülüğü yaptım. Uluslararası bir projecilik ortamından gelip İstanbul’da akademik dünyaya dahil olma fırsatım oldu. Bir yandan da proje yapmaya devam ettim. Bursa’da Argül Dokuması projesine çalışıyordum; Amerika’dayken başlamıştım ona.
Bu esnada BINAA sadece fikir aşamasındaydı. Uluslararası mimarlık ortamında projecilikten farklı olarak yenilikçi düşünceler geliştirmeye; malzeme, form, ölçek, kentsel durum bağlamında AR-GE konusuna önem verildiğini gözlemliyordum. Mimarın görevi yalnızca bir binayı ayağa kaldırmak değil, bunun yanı sıra toplumsal düşünceleri ortaya çıkarabilmek. Üstelik günümüzün sorunları artık bir kişinin çözebileceği sorunlar olmaktan da çıktı. Dolayısıyla ofisler de artık şahıstan çok kolektif bir yapıyla öne çıkıyor bu yüzyılda. BINAA’yı çevrimiçi bir araştırma platformu olarak kurma düşüncesi aklımdaydı ama bu ileride bir ofis olur olmaz, bunu bilmiyordum. BINAA’nın da (Building Innovation Art and Architecture) İngilizce bir kısaltma olmasının yanı sıra Türkçe ve Arapça bir karşılığının olması, bu coğrafyaya hitap etmesi önemliydi. Nihayetinde Bursa’daki projenin tamamlanmasıyla BINAA fikri de somutlaşmaya başladı ve ofisi kurmaya karar verdim. Ardından da uluslararası ödül aldığımız Sakarya II. Organize Sanayi Bölgesi’nin yönetim binası projesini üstlendik.
Ezgi Tezcan: Projelerden ve mimarlığın Ar-Ge’sinden söz etmişken mimarların, tasarım yoluyla yerel yapım bilgisine katkı koymak gibi rolü olduğunu; sizin de farklı malzeme, biçim ve yapısal nitelikleri zorlayarak aynı kaygıyı taşıdığınızı düşünüyorum. Mimarlar ve üreticiler bu bağlamda ne denli bir araya gelebiliyor ve bu projelerinizde nasıl bir karşılık buluyor?
Burak Pekoğlu: Evet, bunu burada ilk olarak Bursa’da yaptığımız projede deneyimledik ki bu projede bana Matthew Fineout önde gelen tecrübesiyle akıl hocalığı yaptı. Bir tasarım fikrimiz vardı: Örgü formunu doğal taş bir cepheye aktarmak. Türkiye’de sınırları nasıl zorlayabileceğimizi görmek istiyorduk açıkçası bu projede. Köşe parselde, 200 tona yakın doğal taşı üç boyutlu olarak tek tek kodlayıp işlemek ve 60 ton çeliğe taşıtmamız gerekiyordu. Ciddi bir mühendislik, ciddi bir orkestra… Amacımız bu hayali canlandırmaktı. Bunun için bir mock-up modeli oluşturup çizim setini farklı üreticilere dağıttık. Anadolu’da bu işi yapabilecek üreticilerle görüştük. Günün sonunda yerel bir zanaatkar aile ile tanıştık. Birçok üretici arasından onların paylaştığımız çizimi birebir mock-up haline getirmeyi başarabildiğini gördük. Baba gerçek bir taş ustası ve oğlu ise Youtube videolarıyla kodlamayı, CNC yöntemlerini öğrenmiş; istediğimiz modeli birebir uyguladılar. Onlarla ilerledik, zorlandığımız zamanlar tabi ki oldu ama yerel kaynaklarla bu projeyi tamamlayabildik. Thomas Mayer ile de bu projeyi fotoğrafladık ve uluslararası yayınlarda yer aldı.
Projelerimizde farklı malzeme ve biçimlerde tasarımlar gerçekleştiriyoruz ve bunların uygulanması, “proje içinde proje” haline geliyor. Bu tasarımları nasıl gerçekleştirebiliriz ve bunu daha büyük bir mimari kurgunun parçası haline nasıl getirebiliriz? Bir yandan mimari konsepti oturturken bir yandan da oluşturduğumuz bileşeni nasıl çözebiliriz? Biz bütün proje süreçlerimizde tasarladığımız her bir bileşeni yerel üreticilerle paylaşıyoruz ve onlarla imalatlar üzerinde çalışıyoruz. Bunun yöntemini de kendi kendimize geliştirdik. Bunun için ise her şeyden önce işverenle aynı masaya oturabilmek, işverenle tasarım ve uygulama üzerinde mutabık olduktan sonra müteahhidi devreye sokabilmek gerekiyor. Çünkü Türkiye’de müteahhit tek başına yapım işinin tepesinde, mimar da onun altında olduğunda ne yazık ki mimarın yaptırımı yetersiz kalıyor. Mimari projenin yasal bir yükümlülüğü kalmadığı için de ortaya beklenmedik ve istenmedik sonuçlar çıkabiliyor.
Ezgi Tezcan: Tam da bu noktada, yurt dışındaki deneyimlerinizi de göz önüne alarak Türkiye’de mimarlık ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burak Pekoğlu: Açıkçası uluslararası pratikleri gözlemleyip buradaki durumla karşı karşıya kaldığımda, benim için bir kontrast oluştu. Çok profesyonel bir çalışma ortamından daha organik bir ortama girmiş oldum ve Türkiye’deki mimarlık ortamının bu anlamda dünyaya da kapalı olduğunu gördüm.
Birincisi, Türkiye’de Amerika’da olduğundan çok farklı olarak herkes okuldan sonra aceleci davranarak kendi ofisini kurmaya çalışıyor. Oysa bina yapmak çok kapsamlı bir süreç ve tecrübe gerektiriyor. Buraya döndüğümde bir süre buradaki dinamikleri anlamaya çalıştım. Mimarlık eğitiminin en büyük açıklarından biri de bu; kimse işverenlerle ya da üreticilerle ilişkileri nasıl kuracağınızı, düzenleyeceğinizi öğretmiyor. Eğitimde de pratikte de mimarlar mimarlarla iletişim halinde ve farklı disiplinlerle ya da işverenlerle nasıl irtibata geçilir, nasıl beraber çalışılır bilinmiyor. Edwin Chan’in bu konuda bana en büyük nasihati “kendi perspektifini bir kenara koy, çünkü önemli olan başkalarının perspektifinden bakabilmen” olmuştu. Bunun ne anlama geldiğini iş yaparak anladım. Size biri yatırımını emanet ettiğinde onun gözlüğünden bakabilmeniz ve oradaki sorumluluğu üstlenebilmeniz, tabiri caizse uçağı kaldırıp indirebilmeniz lazım.
İkincisi, Türkiye’de inşaat sektörünün en büyük sıkıntılarından biri, çok fazla yapı üretilirken bu yapıların kimin için üretildiğinin hiç hesaba katılmaması. Ülkemiz genelinde örneğin pek çok alışveriş merkezi tasarlanıp inşa edildi, fakat talep olmadığı için bu projeler atıl kaldı. Çok gösterişli bir mimari yapmak yetmiyor, aynı zamanda fizibilite, koruma ve yenilenebilirlik konularını dikkate almak gerekiyor.
Biz tasarım sürecinde üreticilerle koordine olarak tasarımı dijital ortamda tamamlıyoruz; bütçesini dahi belirliyoruz ve birçok problemi aşmış oluyoruz. Bu, bizim için işin ticari yönünden çok, ahlaki bir boyutu. Dünyadaki en büyük ekonomilerden biri inşaat olduğu için bu alanda ne kadar büyük kayıp olursa o kadar kaynak israf edilmiş oluyor. Ve ne yazık ki çok verimsiz çalışılıyor.Bence bugün mimarın görevi sadece proje yapmak değil, güncel problemleri gözlemleyip çözüm sunacak yenilikçi düşünceleri karar vericilere aktarabilmek. Ben bu anlamda kendimi bir maceraperest olarak görüyorum. Önce Sakarya’da sonra Mardin’de iki ayrı kütüphane projesi üzerinde çalıştık örneğin. Türkiye’de il halk kütüphaneleri bütün illerde tekrarlanan ve çocuklara, gençlere, halka yetmeyen bir tipolojiyle inşa edilmiş durumda. Bu sorunu fark ederek yenilikçi bir kütüphane modeli üzerinde çalıştık. Artık dünyanın pek çok yerinde kütüphaneler kentin sosyal merkezleri olarak işliyor, sadece kitap okumak değil, sosyalleşmek için de gündelik hayatın bir parçası olarak kullanılıyor. Oysa araştırmalarımızı yaparken Türkiye’de ciddi bir altyapı eksikliği olduğunu gördüm: Uluslararası halk kütüphanelerinin 5.000.000 kitap kapasitesi varken biz 500.000 kitap kapasitesinden söz ediyoruz. Bu çok büyük bir fark. Bir yandan yeni tasarlanacak kütüphanelerin bilgi erişim merkezi olarak sürdürülebilir olabilmesi ve kullanıcının gündelik hayatında kütüphanelerde oluşacak paylaşım kültürüne mümkün olduğunca adapte olması gerek.