Çeker'in birbirinden farklı mimari deneme ve arayışla dolu meslek pratiğinin tartışıldığı söyleşiyi buradan izleyebilirsiniz.
Celal Abdi Güzer: Hem büyük, hem nitelikli hem de özellikli işler yaptınız ve çok hızlı bir gelişme gösterdiniz. Nasıl oldu da oldu?
Abdurrahman Çekim: Yüksek tempolu bir arkaplan olunca(havalimanı, ofisler, konutlar çok çeşitli projeler), sanırım bir yetişmişlik sağladı. İlk ofis açtığımızda yarışma ofisi olacağımızı düşünmüştük, Kuzguncuk’ta küçük bir ofistik. Ofisi açarken İsviçre’deki bir arkadaşımdan bize iş geldi. 3-4 ay öyle giderken ardından biz çok yoğun talepler almaya başladık. Gerçekten bu talep de hala yükselerek devam ediyor, bunun sebebini bilmiyorum, sanırım çok çalışkan bir ofis olduğumuz için. Çok fazla olasılık üzerinde çok fazla önermeyle çalışıyoruz. Sanırım bu da işveren üzerinde, kulaktan kulağa bir iletişim oluşturdu.
Celal Abdi Güzer: Nitelikli çalışmak nedir?
Abdurrahman Çekim: İsviçreliler saat başı ve saat ücreti alarak çalışıyor. Biz ise daha çok gün olarak çalışıyoruz. Demek ki daha damıtılmış rafine bir çalışma olursa daha iyi sonuçlar elde edilebilir. Daha önceki çalıştığım ofislere kısmen tepkisel ve daha deneysel bir durum da olabilir. Sabahtan akşama kadar oysa zamanınızı verimli kullanırsanız zaman yetiyor. Bu yüzden karar verme mekanizmasını hızlandırmanın bir yöntemi olarak bazen 3 haftalık işi 2 haftaya indirmeye, 3 günlük işi 2 güne indirmeye başladık. Epeyce gevşemiş bir durumdan daha kompakt ve hızlı pozisyon alan bir çalışma durumu bize iyi geldi.
(...)
Ben daha moda olan meslekleri tercih etmeyi düşünüyordum. Fakat kaygısı yüksek bir insanım ve üniversite sınavlarım pek istediğim gibi geçmedi. Geçmeyince de ağabeyimin yönlendirmesiyle “mimarlık da fena değil”,“hadi mimarlığı seçeyim” diyerek bölüme başlamıştım. Mimarlığı seçtikten sonra da aslında mimarlığı bıraksam mı diye düşündüm. Tam olarak kendime yakın mı değil mi karar veremediğim bir dönemdi. Çizim ağırlıklı olma halinden dolayı becerip beceremeyeceğimden emin olamadım. Ta ki işin daha konuşulabilir halleri, daha sosyoloji ve fikir bazlı konular işin içine girince bende bir heyecan yarattı. Bir sonraki dönemde de YTÜ’ye bir dönem dışarıdan gelen Nevzat Sayın, Emre Arolat, Han Tümertekin gibi hocalarla karşılaşınca heyecanım arttı. Emre Arolat’tan ders aldığım dönem uzun süre, 25 gün-bir buçuk ay, sadece konuşup proje yapmayınca bu bende çok etkili oldu. Hemen eskize sarılmak yerine önce biraz aramak, anlamak, biriktirmek, ondan sonra düşünmek bana iyi geldi. Ondan sonraki heyecan da aldı başını gitti.
(...)
Ofiste herkes her işe istediği oranda istediği kadar katılıyor. Bizden önceki kuşakların bir öğretisi vardı: Önce sorular soruılur, sonra tek soruya inilir. Ya da "mimarlıkta bir sorun ve bunun tek bir cevabı vardır" gibi bir öğreti bu. Biz bunu da ters yüz ettik. Hiçbir şeye angaje olmadan, sorular sorup, deneyler yapıp, maketler yapıp, ama bunları da yaparken sadece mantığın verdiği güzergahları değil, sezginin verdiği , rastlantısallıkların verdiği güzergahları da kullanmaya çalışıyoruz. Çünkü mantık aslında bildiği konumda ve kendi yakınındaki düşünce paketleriyle sizi yönlendiriyor. Ama rastlantının çok başka bir hikayesi var, yepyeni durumlar ortaya çıkabiliyor ve potansiyelleri daha kolay yakalayabiliyorsunuz. Dolayısıyla bizim son 3-4 yıldır tamamen rastlantısallık ve deneysel çalışmayla ama arkasında tabii ki fikirsel çerçvelerle konstrüksüyonunu oluşturduğumuz bir yapı var. Bir anlama, arama, biriktirme ve köpürtme dediğimiz... Havada oluşan baloncukları biriktirip sonra onları topluyoruz. Sonra hemen ezberimizde olan durumlardan kurtulmaya başlıyoruz. Biraz daha zihnin mekanizmasını ters yüz etmeye çalışıyoruz, bu da ofiste önemli bir çalışma prensibi aslında.
(...)
Yerellik, yer, geçmiş, gelenek, görenek, bunların hepsi önemli düşünce havuzları. Bunların hepsini anlamak, çok romantize etmeden, çok yüceltmeden, ama çok da yermeden, olduğu yerde tutarak, özünü anlamak önemli. İşveren sonuçta belli bir beğeni dünyasına sahip, beğenmediğimiz patates baskısı dediğimiz şeyler onların aşina oldukları ya da talep edileceklerini var saydıkları örnekler. Her seferinde bu konuyu aşabilmek sanırım iyi bir ikna yeteneğini ve boğuşmayı, inatçı olmayı gerektiriyor. Ya da kısmi bir uzlaşı noktası yakalamak gerekiyor. Bu uzlaşı noktasını yakaladıktan sonra bir miktar kendinize doğru çekmeye başlayınca o kanala girmeye başlıyorlar ve katılımcı oluyorlar, onlar da anlıyorlar. Bazı arkadaşlarımız bize sık sık çok iyi işverenlerle çalıştığımızı söylüyorlar, evet çok iyi işverenlerle çalışıyoruz ama o işveren başka yapılar da yaptı. Biz onları tasarımın en başından itibaren sürecin içine almaya çalışıyoruz. Eskiden 45-60 günlük periyotlarla proje sunumu yapılırdı, biz ona çok alışıktık. Hiçbir şey göstermeden bir anda projeyi gösteriyorsunuz ve "budur geldiğimiz" nokta diyorsunuz. Şimdi biz işverenleri en başında işin içine dahil etmeye başlayınca bir süre sonra çok ilginç bir şey oluyor, onlar sahiplenmeye başlıyorlar, geri adım attıramıyoruz.